Mayıs 2 2025

Hayatının senaryosunu yazdı

Mayıs 2

"KÜLTÜRÜME, DİLİME, EN YOĞUN DUYGULARIMI HİSSEDEBİLDİĞİM TOPRAKLARA DÖNDÜM.

O

, hayallerinin peşinden 17 yaşında Almanya’ya gittiğinde Almanca bilmiyordu ama Almanca konservatuar okuyup oyuncu olmak istediğini biliyordu. Önce Almanca öğrendi, sonra konservuatara kabul aldı ve son 17 yılını sadece Almanya’da değil, farklı ülkelerde önemli yapımlarda yer alarak geçirdi. İlk akla gelenler Homeland, Mustang gibi ses getiren işler. Ardından kendi filminin senaryosunu yazıp yönetti. Es Brennt – Yanıyor filmiyle İngiltere’de ödül aldı, yanı sıra pek çok önemli festivale katıldı. Erol Afşin’in Türkiye sahnesine dönüşü televizyonun iddialı yapımlarından Kızıl Goncalar ile oldu. 17 yaşında başlayan kendini var etme sürecini başarılı aktörle konuştuk.
Röportaj: Bahar Kader

Sizi en son televizyonun en çok konuşulan işlerinden Kızıl Goncalar’da izledik. Selim karakteriyle kadroya dahil oldunuz. Nasıl bir tecrübe yaşadınız?
Kızıl Goncalar, Türkiye’nin sosyo-politik dinamiklerini cesur bir dille ele alan önemli bir projeydi. Ben de fırsat buldukça takip ediyor ve içten içe bu işin bir parçası olmayı diliyordum. Teklif geldiğinde çok heyecanlandım çünkü Selim gibi, oyuncu açısından hem derinlikli hem de çok ince bir çizgide yürünmesi gereken bir karakterle karşı karşıyaydım. En ufak bir abartı, karakteri karikatürize edebilirdi; bu da onu tehlikeli ama aynı zamanda çok cezbedici bir hale getiriyordu. Oyunculukta en çok bu tür sınırları zorlayan karakterler bana heyecan veriyor. Rolü hayal ettiğim gibi canlandırabildiğimi ve seyirciden de güçlü tepkiler aldığımı görmek beni çok mutlu etti. Bu karakter, sadece bir rol değil, aynı zamanda Türkiye’nin güncel meselelerine dair bir anlatının parçası olma imkânı sundu.

Kızıl Goncalar öncesinde globalde ses getiren yapımlarda yer aldınız. Türkiye’ye dönüş sizin için ne ifade ediyor?
Aslında bu daha çok duygusal bir dönüş oldu. Fiziki olarak elbette Türkiye’ye geldim ama aklım hep buradaydı diyebilirim. Konservatuvar sınavında dile getirmiştim: “Bir gün kendimce Avrupa’da yapmak istediklerimi gerçekleştirdikten sonra Türkiye’ye dönmek istiyorum.” 35. doğum günümde fark ettim ki, bu sözlerimin büyük kısmını hayata geçirmişim. Bir anlamda köklerime döndüm. Kültürüme, dilime, en yoğun duygularımı hissedebildiğim topraklara döndüm. 17 yılın ardından bu topraklarda yeniden üretmek, var olmak beni çok besliyor. Şimdi buradayım ve 17 yıl sonra bugün söylediklerime nasıl bakacağımı da şimdiden merak ediyorum.

Cannes Film Festivali’nde bu yıl German Films’in davetlisi olarak yer alacaksınız. Bu sizin için ne ifade ediyor?
German Films’in danışma kurulundayım. Kurulun görevi, Alman sinemasının bugünü ve geleceği üzerine düşünmek, sistemin artılarını ve eksilerini değerlendirmek. Bu kapsamda Cannes Film Festivali’ne katılmak heyecan verici çünkü orası dünya sinemasının kalbinin attığı yer. Filmler izleyeceğim, yeni yönetmenleri keşfedeceğim ve sinemanın gelecek sezonuna dair fikir edineceğim. Ayrıca yeni filmim için de birkaç önemli görüşme yapacağım. Kırmızı halıda yer almak güzel ama benim için asıl kıymetli olan, sinema dünyasının nabzını orada yakından hissetmek.

Mayıs 2

Bu ilk Cannes deneyiminiz değil, daha önce de katıldınız. İlk tecrübeleriniz nasıldı?
İlk Cannes deneyimim, Mustang filmiyle oldu. Ardından Fransız yapımı Les Filles du Soleil ile yeniden Cannes’daydım. Daha sonra sadece katılımcı olarak birkaç kez bulundum. Artık Cannes’ı biraz tanıyorum diyebilirim ama orada her seferinde yeniden büyüleniyorum. Festivalin enerjisi, çeşitliliği ve sinema aşkıyla yaşayan insanlarla dolu atmosferi gerçekten çok özel. Cannes başka bir dünya.

Geçmişte Homeland gibi büyük projelerde İngilizce performanslar sergilediniz. Türkiyeli bir sanatçının global projelerde yer alma süreci nasıl işliyor?
Homeland dışında da birçok uluslararası projede yer alma şansına sahip oldum. Aslında biraz klişe olacak ama bu gerçekten de böyle. Her sette, her coğrafyada farklı şeyler öğreniyorsunuz; farklı diller, farklı kültürler, işleyişler, insanlar. Bu, büyük prodüksiyonlu bir Hollywood seti de olabilir, küçük bir bağımsız film de ya da bir öğrenci filmi. Avrupa’da süreçler daha sistemli işliyor. Oyuncu veri tabanları var, menajeriniz profillerinizi bu platformlarda güncel tutuyor ve kast direktörleri büyük ölçüde bu ağlar üzerinden çalışıyor. Türkiye’de ise hâlâ böyle bir altyapı oturmuş değil. Tanınmıyorsanız iş almanız zor; ama çalışmadan da tanınmak pek mümkün değil. Bu çelişkiye rağmen, ben kendi adıma bu zorluğu çok yaşamadım çünkü sektör bir şekilde Avrupa’da yaptığım işlerden tanıyor.

Siz Almanya’da konservatuar okudunuz ve oyunculuk eğitiminizi orada tamamladıktan sonra tiyatro oyunlarıyla dünyanın farklı ülkelerinde sahneye çıktınız. Bu süreci dinlemek isterim…
Bir kere çok yoğun ve çok iyi bir eğitimden geçiyorsunuz. 4 sene boyunca çoğunlukla cumartesileri de dahil olmak üzere sürekli oynuyor, çalışıyor, bir şeylerle uğraşıyorsunuz. Bir de benim okuduğum bölümün kendine ait bir binası vardı ve ev gibiydi. Mutfağımız vardı; yemek de yapıyorduk, oyun da oynuyorduk. 4 sene boyunca neredeyse gece gündüz sürekli bu atmosferdesiniz. Bu eğitimden sonra aslında birçok farklı sahnede bulunmuş olmama rağmen sinemayı daha çok istediğimi fark ettim. Aslında sinema beni bir şekilde kendine çekti. Konservatuar öncesinde Almanya’da yılın oyunu seçilen “Verrücktes Blut”da oynamıştım. Aynı sene Avustralyalı yönetmen Anthony Maras’ın filmi “The Palace”de başrol oynadım. Okuldan önce her iki tecrübeyi yaşamıştım. Hem tiyatro hem sinema. Belki de buydu bilinçaltında beni sinemaya götüren süreç.

Almanya’ya gittiğinizde Almanca bilmiyordunuz ve 17 yaşındaydınız. Dil bariyerini aşarak yeni bir dilde oyunculuk sınavı verip başarılı olmak sıra dışı bir durum. Nasıl hazırlandınız ve dile yetkin olmak için nasıl çalıştınız?
Açıkçası bu biraz delilikti. Almanya’ya tek kelime Almanca bilmeden gittim. O dönem Türkiye’de oyunculuk yapabileceğime dair inancımı yitirmiştim. Birçok sebepten dolayı, kendimi başka bir yerde, başka bir sistemin içinde denemem gerektiğine karar verdim. Almanya’ya gittim. Almanya olmasının tek sebebi orada bir tanıdığımın olmasıydı. Dayım sayesinde onun orada tanıdığı bir Alman ile tanıştım, Heiner König. Hiç düşünmeden onun yanında kalmak istedim çünkü o İngilizce bilmiyordu. Dolayısıyla mecburen Almanca dışında başka bir dil konuşamayacaktık. Bu karar sayesinde dile tamamen maruz kalacaktım ve öyle de oldu. Bu süreçte dil yeteneğimin güçlü olduğunu keşfettim. Bir yandan dil kursu bir yandan Heiner; bu şekilde hızlı bir şekilde öğreniyordum.
Heiner ile kurduğumuz bağ o kadar özgün ve etkileyiciydi ki, sonrasında oyuncu olarak çalışmaya başladıktan sonra ve insanlar bu hikâyeyi duyunca Alman Televizyonu ZDF bizim dostluğumuz üzerine bir belgesel yaptı. Konservatuvar hakkında ise hiçbir bilgim yoktu. Tamamen tesadüfen bir öğrenci partisine gitmiştim; orada Charles Morillon ile tanıştım. O konservatuvarda okuyordu. Hemen ona danıştım ve bana sınava nasıl hazırlanabileceğimi gösterdi.
İlk sınava girdiğimde, bölüm başkanı Johannes Klaus ile tanıştım. Almancam çok zayıftı, ilk turda elendim. Sınav salonundan çıkarken Johannes, “Şimdi ne yapacaksın?” diye sordu. Ben de, “Dünyanın sonu değil, tekrar deneyeceğim. Bir gün mutlaka başaracağım,” dedim. Yıllar sonra eşi bana anlattı: O gece uyuyamamış. Eşi sebebini sorunca, “Bugün bir çocuk vardı, aklımdan gitmiyor,” demiş. Eşi de, “O zaman ara, ne yapıyor ne ediyor bir sor,” diye cevap vermiş. Sonra beni aradı ve aramızda o günden sonra başlayan bir dostluk bugünlere kadar geldi. O telefondan sonra Johannes’ın asistanı oldum; okul dışında tiyatro yönetiyordu çünkü. Beni sınava hazırladı, özel hocalar tuttu. Bir yıl sonra sınavda son tura kaldım ama yine alınmadım; birinci yedek oldum. 4 Nisan 2011’de, okulun açılış gününde Johannes tüm hocaları toplamış ve “Bu çocuğu 11. öğrenci olarak almalıyız, onda bir şey var,” demiş. Ben bunu yıllar sonra öğrendim. O gün saat 13:57’de beni aradı ve saat 15:00’te okulda ilk dersime girdim. Böyle başladı her şey. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da birlikte yürüyorduk, bu konuları konuşarak. Hayat bazen bir kararla, bir kelimeyle bambaşka bir yöne akabiliyor işte.

Mesleğinizin farklı farklı kulvarlarında üretim yapmayı sevdiğinizi biliyorum. Gerçek bir hayat hikâyesine dayanan, senaryosunu yazıp yönetmen koltuğuna oturduğunuz Es Brennt - Yanıyor filminiz İngiltere’de ödül aldı. Bu süreci anlatır mısınız?
Aslında bu süreç biraz kendiliğinden, hatta biraz da kaderin eliyle gelişti diyebilirim. İlk senaryo deneyimimi 2014 yılında Filistin’de yaşadım. O dönemde orada tiyatro oyunları sahneliyorduk. Yaşadıklarım beni derinden etkilemişti ve bunları senaryoya dönüştürmüştüm. Bu çalışma, konservatuardaki bitirme projemdi ve okul tarihinde bir senaryo ile mezun olan ilk öğrenci oldum. Ne yazık ki o projeyi hayata geçiremedim. Ama o filmi birgün mutlaka çekeceğim. Sonrasında Türkiye’de geçen başka bir senaryo çalışmam oldu, o da çekilemedi. Yani bir süre boyunca yazdıklarımın hayata geçmemesiyle geçen bir dönem oldu.
Es Brennt ise tamamen tesadüfi bir karşılaşmayla başladı. Berlin’de bir kafede bir arkadaşımla otururken, o dönem oynadığı bir tiyatro oyunundan bahsediyordu. Oyun gerçek bir olaya dayanıyordu ama benim o olay hakkında hiçbir bilgim yoktu. Anlattıkları beni öyle etkiledi ki, hemen oradan kalkıp eve gittim ve olay üzerine araştırma yapmaya başladım. Mahkeme tutanaklarına ulaştım ve fark ettim ki bu hikâye benim peşimi bırakmayacak. İlk defa, “Bu filmi yapmak zorundayım” duygusunu iliklerime kadar hissettim. Vazgeçmedim. Zor koşullarda da olsa filmi çektik.
Es Brennt beklediğimden çok daha büyük bir etki yarattı. Eleştirmenlerden son derece olumlu tepkiler aldı, birçok ulusal ve uluslararası festivalde gösterildi, İngiltere’de Kings College tarafından müfredata alındı. Bu benim için hem bir yönetmen hem de bir hikâye anlatıcısı olarak güçlü bir dönüm noktasıydı. Çünkü şunu yeniden keşfettim: Ben hikâyeler anlatabiliyorum. Anlatmak istiyorum ve buna devam etmeliyim.

Es Brennt - Yanıyor filminiz New York ve Montreal gibi büyük şehirler dahil pek çok ülkede gösterildi. Yönetmen olarak izleyicinin karşısına çıkmak, global insan sorunlarını anlatmak nasıl bir his?
Açıkçası insanların bu kadar güçlü bağlar kurabileceğini öncesinde bu kadar net hayal etmemiştim. Film her ne kadar Almanya’da yaşanmış bir olaya dayanıyor olsa da, gösterim yaptığımız şehirlerde —Adana, Gaziantep, İstanbul, New York, Montreal, Londra, Tiran ve birçok başka ülkeler ve şehirler— izleyicilerle kurulan duygusal bağlar inanılmazdı. Her yerde, çok farklı coğrafyalarda insanların yaşadığı travmaların, bastırılmışlıkların ve sistemsel eşitsizliklerin benzer yüzleri olduğunu görmek oldukça sarsıcı. Bu, dünyanın bugünkü hali üzerine çok şey söylüyor aslında.
Yönetmen olarak izleyicilerle böyle bir bağ kurabilmek büyük bir tatmin duygusu veriyor tabii ki. Çünkü o zaman diyorsunuz ki, “Demek ki anlatılan hikâye, gerçek bir yerden, samimi bir yerden anlatılabilinmiş.” Farklı dillerde, farklı kültürlerden insanların kendilerinden bir şey bulabildiği bir anlatı oluşturabilmek hem kişisel hem sanatsal olarak güzel bir duygu. Her gösterimde izleyicilerin tepkilerinden, yüzlerinden, sorularından, bazen sessizliklerinden bile çok şey öğrendim. Duygusal anlamda zenginleştim. Bu da beni hem insan hem yönetmen olarak daha da geliştirdi diyebilirim.

Yeni senaryolar var mı masada bekleyen?
Şimdi üzerinde çalıştığım ve çok heyecanlandığım Almanya’da geçen bir filmim, bir de dizi projem var. Umarım yakın zamanda hayata geçirebiliriz.

Oyuncu olarak nelerden ilham alırsınız?
Gündelik yaşam bence. Kitap okumayı çok seviyorum, bence onlar da bana çok ilham veriyor. Her ne kadar okuduğum anda bunu fark etmesem de bilinçaltına bir şekilde yerleşiyor. Bir de eğer somut bir karakter üzerinde çalışıyorsam daha önce sinemada yazılmış ve oynanmış benzer işlerden çok ilham alırım.

Hayatınızın büyük resmine, size Almanca öğretip konservatuara, oradan günümüze getiren sürece bakınca hayallerinizin neresindesiniz?
Çok güzel bir yerinde olduğunu hissediyor ve biliyorum. Yaptıklarımdan çok mutluyum ve kendimle bu konuda çok da barışığım. Yapmak istediklerim için heyecanım ve enerjim yüksek ve umarım böyle de devam eder.