D
ünya üzerindeki tüm bitkiler, hayvanlar, bakteriler ve hatta
insanlar… Biyoçeşitlilik dünyadaki yaşamın çeşitliliğini
tanımlamak için kullanılan bir terim. Bugün bilim
insanlarına göre dünya üzerinde yaklaşık dokuz milyon
bitki ve hayvan türü bulunuyor. Tanımlanan 1.2 milyon böcek türünün
yanında milyonlarca organizma türünün henüz tanımı yok… Çeşitliliğin
tanımlanması geçmişten bugüne yaşayan, nesiller boyunca evrilen
organizmaları anlamak, açıklamak ve geleceğe dair önlemler almak
açısından önem taşıyor. Diğer taraftan ekosistemde yer alan ormanlar,
otlak araziler, göller ya da bataklıklar da biyoçeşitliliğin korunması
gereken alanlar. Zira bu ekosistemler bazen çıplak gözle görülemeyecek
milyonlarca türü barındırabiliyor.
Görelim ya da görmeyelim, işte bütün amaç tüm bu çeşitliliğin varlığını
devam ettirebilmesini sağlamak. Zira iklim değişikliği, nüfus artışı ve
kirlilik biyoçeşitliliğe yönelik tehlikeler ve biz bazılarının adını bile
bilmesek de yok olan türler çeşitliliğin azalmasına ve dolayısıyla dünyanın
düzeninin değişmesine neden oluyor. Bilim insanları bu gidişle tüm
türlerin yarısının önümüzdeki yüzyılda yok olacağına inanıyor. Bu yüzden
yok olan türler başta olmak üzere türlerin ve yaşam alanlarının korunması
her zamankinden daha önemli.
İşte bu öngörüyle birlikte Uluslararası Biyoçeşitlilik Antlaşması, 1992
yılında Brezilya Rio de Janerio’da düzenlenen Yeryüzü Zirvesi’nde ilk
olarak 150 ülke tarafından imzalandı. 4 Temmuz 1993’te imza sayısı 168’e
çıkmıştı, aynı yılın sonunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu antlaşmayı
yürürlüğe sokma kararı aldı. Ve halkın eğitilmesi ve sözleşmenin
uygulanma konusuna dikkat çekilmesi amacıyla 22 Mayıs gününü
“Uluslararası Biyoçeşitlilik Günü” ilan etti.
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Bu antlaşma neden önemli?
Özellikle sürdürülebilir kalkınma ve gelişme kavramları üzerine odaklanan
antlaşma; hayvan, bitki ve mikroorganizmaların çeşitliliği ve insanların
gıda, güvenlik, barınma, ilaç, sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşama
haklarını da dikkate alarak sürdürülebilirliği daha geniş bir perspektiften
ele alıyor.
WWF’in iki yılda bir hazırladığı Yaşayan Gezegen Raporu’na göre son elli
yıl içinde karasal türlerin popülasyonlarında yüzde 38, deniz türlerinin
popülasyonlarında yüzde 36 azalma olurken, en fazla kayıp yüzde 81 ile
sulak alanlarda yaşandı. WWF - Türkiye Doğa Koruma Direktörü Dr. Sedat
Kalem’e göre bu gidişatı tersine çevirmek için hâlâ fırsatı kaçırmış değiliz.
Tür koruma programlarıyla birlikte korunan alanların hızla genişletilmesi
ve güçlendirilmesi ve doğal kaynak kullanan bütün sektörlerin (enerji,
inşaat, üretim, vs), çalışmalarında biyoçeşitliliği dikkate alması gerekiyor.
Bununla birlikte, başarılı sonuçların alındığı örnekler de olduğunu
hatırlatan Kalem, bu konuda kamunun sivil toplumla işbirliğinin
önemine dikkat çekerek sözlerini şöyle sürdürüyor: “1970’lerden beri
yapılan başarılı doğa koruma çalışmalarıyla Çin’de panda sayısının
artış göstererek 1.900 bireye yaklaşması; son 20 yılda yapılan sistemli
koruma çalışmaları sayesinde Akdeniz’de iri başlı deniz kaplumbağası
(Caretta Caretta) popülasyonlarının artması ve türün korunma statüsünün
iyileşmesi gibi örnekler kamu-sivil toplum işbirliği ile yeterli bilgi,
motivasyon ve enerji seferber edildiğinde doğayla uyumlu bir geleceğin
mümkün olduğunu gösteriyor.”
Biyoçeşitliliğin durumu nedir? Kaybın altında yatan nedenler neler?
Biyoçeşitliliği korumanın onu geleceğe taşımanın yolları ve yöntemleri
nelerdir? Konuyla ilgili soruların cevapları ve daha detaylı bilgi için
Yapı Kredi Geleceği Konuşalım Podcast serisinin WWF - Türkiye Doğa
Koruma Direktörü Dr. Sedat Kalem’in konuğu olduğu bölümünü buradan
dinleyebilirsiniz.